Geleceğin belirsizliği her zaman insanoğlu için endişe verici ve rahatsız edici duygulanımlara sebep olmuştur. İnsanoğlu bu nedenle daha ilk çağlardan itibaren geleceği kontrol altına almak adına ya da olacakları önceden sezip, ona göre önlemler alabilmek için ellerinden geleni yapmıştır. Sanayi Devrimi’yle birlikte gelişen ve üretim gücünü elinde tutan günümüzün kapitalist ulus-devletleri, geleceği mümkün olabilecek en üst düzeyde kontrol altına alma arzusuyla, teknolojik ve ekonomik üstünlükleri sayesinde dünya genelinde bir hegemonya kurup, üstünlüklerini korumak ve üretim gücünü elde tutmak maksadıyla her türlü aracı kullanarak dünyaya nüfuz ediyorlar.
Kapitalist ideolojinin hüküm sürdüğü günümüz dünyasında, somut ya da soyut neredeyse her olgu ürünleştirilip kâr ve kazanç elde etme aracına dönüştürülüyor. Endüstriye dönüştürülen her alanda yapılan tüm iş, üretim ilişkilerine bağlı olarak yürütülüyor, arz ve talep ekseninde yapılandırılıyor ve daha çok tüketimin sağlanabilmesi amacıyla gizli ya da dolaylı olarak her türlü aracı kullanarak topluma propaganda yapılarak tüketime teşvik ediliyor.
Küreselleşmenin gerek ürün gerekse bilgi yönünden kolaylıkla ulaşılabilirliği sağlamasıyla, bu ürün ve bilgilerin edinildiği farklı toplumlar, iç dinamizmin bir parçası hâline gelmeye başlayan yine bu edinimler yoluyla kendi öz benliklerinden giderek uzaklaştırılıyor ve sessiz bir biçimde kendi kendilerine yabancılaştırılıyor.
Bilgiye kolaylıkla ulaşabilmek, sınırları aşabilmek, yeni olanı deneyimlemek, farklı olandan etkilenmek her ne kadar ilk başlarda insanoğlunun bilincinde yeni ufuklar oluşturmuş olsa da bu etkileşimin gücünün farkına varılmasıyla niyetlenen unsur, bu edinimler yoluyla yeni yaratımlar, yeni sentezler oluşturmak yerine, sürekli gelir elde etmeye yönelik bir amaca dönüştü.
Teknolojinin gelişmesiyle genişleyen telekomünikasyon sistemleri, basın ve medya kuruluşları ve sosyal medya, kapitalizm etkisinde küreselleşmenin en büyük silahlarına dönüşerek, farklı coğrafyalarda birbirinden farklı kültürel ve etik değerlere sahip toplumların bilinçaltına etki etmeye başladı.
İnsanın doğal ve kendi hâlinde olan yaşayışı, köklerinden gelen öz değerleriyle yani kültürüyle bağdaşıktır. Giyim kuşamdan, yeme içmeye, gelenek ve göreneklerden sanatsal faaliyetlere kadar her şey kültürün bir parçasıdır. Bir toplumun ortak bilinçaltını oluşturan kültür, aynı zamanda toplumu oluşturan bireyin genellikle fazla sorgulamadan uyduğu bir yaşam biçimidir. Bu sebeple, egemen güçler kendi amaçları doğrultusunda dünyaya yön verebilmek için ortak bilinçaltı manasına gelen kültürü bir araç olarak görmeye ve kullanmaya başladılar.
Kültürü bir endüstriye çeviren ve metalaştıran en önemli unsurların başında gelen televizyon ve sosyal medya, kitle toplumlarının oluşmasında önemli rol oynadı. Sürekli yeniden üretimin sağlanabilmesi amacıyla, farklılıkları giderek aza indirgenmiş kitle toplumuna, belirli ve standartlaştırılmış olan suni kültür sunulur. Böylece sürekli genişliyor ve yenileniyormuş gibi gözüken bir kısır döngü oluşur.
Kültür ve sanat gibi kültürel unsurlarda yeniyi yaratmak, artık bilgi ve öğrenim için yeni değerler katmak ve zihni genişletmek amacıyla değil, kitleye dönüştürülmüş genişlemiş toplumun tamamının tercih edeceği, çabuk tüketilip, çabuk üretilen metaların yaratılması ilkesine dönüştü.
Metaya dönüştürülen unsurlar kapitalist ideolojide belirli şekillerde “piyasaya sürülür”. Bunlardan başlıcası, kitle toplumuna sunulan ürünün veya unsurun, manası ve kalitesi bir kenara bırakılarak, kitle toplumu için sağlayacağı fayda açısından topluma empoze edilmesidir. Çünkü kapitalist ideolojinin faydacı pragmatist anlayışıyla, toplumun faydasına sunulan “piyasada tutar” mantığı ileri sürülür. Böylece kitle toplumu da mana, değer ve kalite gibi değer yargılarından giderek sıyrılmaya başlar. Faydacı anlayışın yanı sıra, hegemonyanın güdümünde olan medya aracılığıyla üretilen ürün veya unsur sürekli tekrarla bilinçaltına işlenir. Öyle ki hiçbir şekilde ilgi alanı içine girmeyen, takip edilmeyen konular ve kimseler hakkında da bilgi sahibi olunmaya başlanır. Böylece birey farkında olmadan manipüle edilmiş olur. Doğallığın ve doğal sürecin bu şekilde ve sürekli sekteye uğratılmasıyla sunileşen kültür, kitle toplumunu işte böyle oluşturur. Üretim ve tüketim ilişkilerinin oluşturduğu kitle toplumu kültürü bu şekilde bir endüstriye dönüştürür. Endüstriye dönüşen kültür ise metalaşmaya başlar.
Kültürün en önemli yaratımlarından biri olan, en saf duygulanımların ifadesi, manevi ve spiritüel değerler taşıyan, “Rönesans’ın yüceleştirdiği” sanat ve sanat eserleri, taşıdıkları mana ve değerler açısından değil, herkese hitap edebilecek nitelikte, kolay anlaşılır olmaları ve popüler hâle gelebilmeleri açısından değerlendirilir. Öyle ki derin nitelikler ve manalar taşıyan, yoğun bir emekle bir deha tarafından sanatın herhangi bir dalında yaratılmış olan bir sanat eseri, popüler kültürün üretilmiş standart ürününe eş değer sayılabiliyor. Hatta kısırlaşmış ve uyuşturulmuş zihinlerin üzerinde düşünmeye vakit bulamayacakları anlamsız ve işlevsiz bir nesne olarak nitelendirilip, standart ve popüler olana göre hiçbir değeri olmayan bir olgu hâline bile gelir. Böylece bir ticaret aracına dönüşen sanat ve sanat ürününün, eser olarak manası, üzerinden elde edilen kâr arttıkça azalır.
Sanatın en hızlı metalaşan dalı olan müzik tek başına bir sektör, bir endüstri olarak, kitle toplumun popüler kültürünün başlıca eğlence aracı hâline geldi. Eğlenmek amacıyla müzik, ünlü olmak amacıyla müzik, ego tatmin etmek amacıyla müzik, bilinçaltına etki etmek amacıyla müzik, klibi güzel olduğu için popüler olan müzik, medyanın dayattığı müzik, politika aracı olarak müzik, icracısının cezbedici görünüşü için tercih edilen müzik ve ait olduğu topluluğu temsil ettiği düşüncesiyle iştirak edilen konserler gibi, müziğin ve müzik eğitiminin anlamı dışında anlamlandırılmasıyla nasıl bir metaya dönüştürüldüğünün öyküsünü bir sonraki sayıda sizlerle paylaşıyor olacağız.
Ani Sazak Arsu