“Mûsikînin ritminde bir sır saklıdır, eğer onu ifşa etseydim dünya alt üst olurdu.” Şems-i Tebrîzî
Evrenin ve varoluşun sırlarının sesleri bir araya getiren müzikte saklı olduğu düşüncesi ve müzik biliminin ilk keşifleri, Batı dünyasından çok önce Çin, Hindistan ve Mezopotamya uygarlıklarında kadim ve kutsal ilimler arasında yerini çoktan almıştı. Çünkü bu kültürlerde müzik, görünenin ötesindeki doğaüstü olanla, algıların ötesinde var olan boyutla irtibatı sağlayan, “inisiye” edilerek deneyimlenen içkin bilgi olarak tanımlayabileceğimiz ezoterik bir aracıydı.
Yaradılışın sırlarının müzikte var olduğu fikri bu medeniyetlere nereden gelmişti? Bu sorunun cevabı günümüzde hâlâ bir muamma olsa da kaynağından mahrum olan bazı derin bilgiler ve Aydınlanma ruhu, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren, dünyanın ortası olarak tasvir edilen Akdeniz kıyılarında dolaşmış, ticaret vesilesiyle, kültürlerin birbirleriyle etkileşimi sayesinde aktarılan bilgi ve ilham, sonunda Aydınlanma ruhunu uyandıran karşı konulamaz ve hiç dinmeyen bir merakla Akdeniz çevresindeki Yunan medeniyetlerine işte böyle tesir etmişti. Böylece varoluşun bilgisine ermek arzusuyla yanıp tutuşan bilgi aşıkları evrenin ilk yapı taşı “arkhe”nin peşinde koşarken, Doğu mistisizmini ve ezoterik kaynakları çözümlemeye başladılar. Özümsenen ve sentezlenen bu bilgiler arasında müzik, evrenin doğumu olarak ifade edebileceğimiz kozmogoni ile olan bağlantısı, diğer yandan duygular ve karakteri etkileyen “ethos” kavramı üzerindeki doğrudan etkisiyle insanı özgürleştiren en önemli temel bilimler arasında aritmetik, geometri, müzik ve astronomiden oluşan Quadrivium’un parçası olarak yerini almıştı.
M.S. 6. yüzyılda Roma’da dünyaya gelen filozof, bilgin Boethius, zamanın en büyük müzikal incelemesi olan De Institutione Musica adlı eserinde, Pythagoras’ın ortaya koyduğu matematik ile müziğin birliğini tanımlamış, Platon’un ifade ettiği müzik ve toplum arasındaki ilişkiyi tartışarak, 1000 yıldan fazla bir süre boyunca Antik Yunan düşünüşünde müzik kavramını inceleyen bir kaynak olmuştur.
Orta Çağ’a girerken bu kez Batı’dan, Doğu’ya doğru esen Aydınlanma rüzgârı bilgiyi ve ilhamı İslam coğrafyasına taşımış, matematikte, tıp ilminde ve müzikte önemli keşifleri yapacak düşünürleri esinlemişti. Bir önceki sayıda bahsettiğimiz Doğu düşünürleri arasında, müzik alanında Kindî’nin yaktığı meşaleyi, Fârâbî sistematize ederek özgün bir müzik teorisi kitabıyla devralmış ve öğrencisi İbn-i Sina’ya miras bırakmıştır.
“Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder.” İbn-i Sina
10. ve 11. yüzyılda yaşamış, bugünkü Özbekistan topraklarında doğan, Batı dünyasında Avicenna (tıbbın kralı) olarak bilinen İbn-i Sina müziğin bazı hastalıkları iyileştirdiğini keşfeder ve bunun nasıl mümkün olduğunu araştırmaya koyulur. Aristoteles ve Fârâbî’nin ortaya koyduğu fikirleri takip ederek müziğin duygu ve düşünceleri yaratabildiği ve yönetebildiği fikrini savunur. Müzik duyusal ve bilişsel, doğal ve geleneksel, biyolojik ve estetik arasında iletişimsel bir bağlantıdır. “Şarkı söylemek sağlığı koruyan en iyi egzersizdir” diyen İbn-i Sina’nın müziğin şifası üzerine edindiği bilgiler Kitâbu’ş-Şifa eserinde yer alır.
“Mûsikî, Allah’ın lisanıdır.” Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
Eserleriyle dünyanın her yerinde, her dinden ve her kesimden insanı derinden etkilemiş olan Rûmî, 13. yüzyılda Anadolu topraklarında yaşamış, hakikati ve hikmeti müzikle aramıştır. Tasavvuf felsefesinden doğan tasavvuf müziğiyle Türk müziğinin özgün niteliğini kazanmasında büyük önemi vardır. Mevlânâ’nın eserlerine ilham olan mutasavvıf Şems-i Tebrîzî “Mûsikînin ritminde bir sır saklıdır, eğer onu ifşa etseydim dünya alt üst olurdu” sözüyle, sesin ve sesleri müziğe dönüştüren ahengin gücünü ve tesirini anlatmıştır.
“Müzik, ruhun bilincinde olmadan hesap ettiği, gizli bir aritmetik alıştırmadır.” Gottfried Leibniz
Aydınlanma ruhunun Batı coğrafyasında yeniden uyanışa geçtiği, ancak duyum ve gözleme dayalı rasyonalist (akılcı, usçu) düşüncenin hâkim olduğu 17. yüzyıl’da Almanya’da doğan filozof, matematik üstadı Leibniz, resim ve müziğin verdiği hazzın aralıkların ve diğer ilişkilerin matematiksel gizli oranlarda saklı olduğunu ve bunun insan deneyiminde bilinçaltında farkında olmaksızın deneyimlendiğini ifade eder.
“Deha, olağan olarak başka kimseler tarafından düşünülmesi gereken kavramlara, bağımsız olarak varma ve kavrama yetisidir.” Immanuel Kant 18.yüzyılda akla dayalı Aydınlanma çağının en önemli düşünürlerinden Kant, eleştirel düşüncenin temsilcisi olarak Saf Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi ve Yargı Gücünün Eleştirisi eserlerinde bilgi kuramının nasıl tarafsız, bağımsız ve hür bir şekilde sorgulanabilir olması gerektiğini vurgulamıştır. Estetik üzerine olan düşüncelerinde, estetik niteliklerin tarafsız, salt bir haz duygusu uyandırdığını ve bunun kendi içinde var olan ihtişamı sayesinde mümkün olduğunu belirtir.
“Mimari müziğin mekânda donmuş hâlidir.” Friedrich Schelling
19. yüzyılın idealist düşünürü Schelling, aşkın sanat anlayışıyla Kant’ın aksine enstrümantal müziğin, sözlü müzikten farklı olarak, sanat dalları arasında en saf ve en ruhani sanat dalı olduğu görüşündeydi. Müzik, kavramlarla ifade edilemeyen mesajlar içerdiği için soyut düşüncenin de ötesindeydi.
“Müzik hayatın gizeminin cevabıdır. Tüm sanatların en derin olanı, yaşamın en derin düşüncelerini ifade eder.” Arthur Schopenhauer
19. yüzyılın Alman filozofu Schopenhauer müziğin zamanının olmadığını ve insan algısının ötesinde olduğunu ifade eder. Schopenhauer’e göre tüm diğer sanat dalları müziğin koşullarını arıyordu çünkü müziğin ifade kabiliyeti görünenin ötesindedir.
Ani Sazak Arsu