Açıklanamayan pek çok yönüyle sinestezi, bilimin ve sanatın peşinde olduğu, nöromüzikolojinin heyecan verici konuları arasında yer alıyor. Eski Yunanca ‘syn’ ve ‘aisthēsis’ kelimelerinin birleşiminden türetilen, birlikte duyumsamak ya da bir arada algılamak manasına gelen ve pek çok çeşidi olan sinestezi, sesin rengi, hareketin sesi, kavramların tadı, hareketin rengi ya da tüm bunların bir karması şeklinde tezahür edebiliyor.
Aslında sinestezi çoğu insanda belirli bir oranda var olabilir. Örneğin, renklerin uyandırdığı hisler bu duruma basit bir örnek olarak gösterilebilir. Ancak çoğumuz ya bunun farkında değiliz ya da “deli saçması” tabiriyle yargılanmamak için bu deneyimlerimizi dile getirmeyiz. Oysaki bilimsel araştırmalar sinestezi deneyimleyen kişilerin yaratıcı zekâ ve hafıza becerilerinin normalin üzerinde olduğunu gösteriyor. Özellikle sanatsal yaratımlarda, sinesteziyi deneyimlediklerini ifade eden W.Kadinsky, F. Liszt, R. Wagner, A. Scriabin gibi sanatçıların eserleri, anlam ve içerik, estetik unsurların niteliği ve bilimsel açıdan hâlâ konuşulup tartışılan araştırma konularıyla doludur.
Yaklaşık 100 yıl önce V. van Gogh, Yıldızlı Gece tablosunda matematiğin ve fiziğin çözmesi en zor sorularından biri olan türbülansı nasıl hissedip resmetmişti? Sanatçı, mektuplarında seslerin renkleri olduğunu ifade etmişti ve hareketi de ışıkla algılıyordu. Bu sayede bilimin çok sonra keşfedeceği bir olguyu fark etmişti.
Bilim insanları arasında da böyle bir algıya sahip önemli buluşlara imza atmış kişiler bulunuyor olabilir mi? Örneğin 17. yüzyılda Newton müzikal tonların ve renklerin ortak bir frekansa sahip olduğunu varsaymıştı. Bize “frekans cinsinde düşünmeyi” öneren Tesla ise dünyayı algılarken, duyu organlarının normal işleviyle birlikte, her şeyin titreşen frekansını da deneyimliyor olabilir miydi?
Sinestezi konusunu irdelediğimizde, ister istemez akla gelen önemli bir soru zihni kurcalamaya başlıyor: Normal nedir? Toplumun çoğunluğunun algıladığı gibi algılamak mı normali tanımlıyor? Asıl normal olan sinestezi mi yoksa standart insan algısı mı? Ya da dünyayı kendi özgünlüğümüzle algılamamamız için özellikle dayatılan, “olması gerektiği gibi” ve “normal” diye tanımlanan, kalıba alınmış eğitim sisteminin, aslında hepimizin içinde var olan o kıvılcımları çocukluk anılarımıza gömmesiyle sınırladığımız algılarımızın yoksunluğuyla mı deneyimliyoruz biz dünyayı?
Müzikte sinesteziyle ilgili oldukça ilginç örneklerden biri olan Alexander Scriabin’in Mysterium eseri, sadece yaratıcısının değil, gerçekleştirildiği anda orada bulunan diğer herkesin sinestezi yoluyla tüm duyularını harekete geçirmek ve bu sayede ortaya çıkan sinerjiyle dualitenin yok olup hakikatin idrak edilmesi amacıyla tasarlanmıştı. Hiçbir zaman tamamlayamadığı Mysterium eseriyle ruhun en yüksek mertebesine sanat aracılığıyla ulaşılabileceğini var sayan Scriabin, Teosofi öğretisinden derinden etkilenmişti. Nörolog L.C. Triarhou'nun Scriabin for Neuroscientists kitabında yer alan bilgilere göre Mysterium, insanları ve evreni dönüştürüp tanrılaştıracak ortak bir coşku içinde insanlığı birleştirme hayaliydi. Scriabin müzik, renkli ışıklar, sis, koku, tiyatro, şiir ve dansla tüm duyuları birleştirerek “bütünsel sanat” anlayışıyla yeni bir estetik dil ortaya çıkaracaktı. Himalayaların zemininde yedi gün ve yedi gece sürecek “muazzam bir ayin” olarak ve insanlığı daha yüksek bir dünyaya yükselterek gerçekleştirilecekti. Kendi çizimleriyle eserinde tasarladığı yarım kubbe şeklindeki yapı, bir gölün ortasındaki su üzerinde yükselir, öyle ki yansımasıyla mükemmel bir küre gibi görünür; renkli ışık şaftları, değişen bir mimari izlenimi verir. 12 sütundan oluşan bir portal ve tepede yıldız bir taç vardır. Sütunların anlamı ve işlevi belirsizdir. Ateşi yani bilgeliği tanrılardan çalıp insanlığa sunan Prometheus için tasarlanmış klavye, 12 lambadan oluşanş ahşap bir çemberdir: yedi renkli spektrum kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, gök mavisi, mavi, mor ile renklerini birbirine bağlayan ve bir geçiş oluşturan beş ek lamba mordan kırmızıya, pembe, pembe-kırmızıdır. Bu daire, müzikte beşlilerin döngüsüne karşılık gelir. Burada seyirci yoktur, herkes bütünselliği deneyimleyen birer katılımcıdır.
Scriabin'in Mysterium için kendi çizimi olan 12 sütun
Scriabin’e göre müzikteki tonlar renklerden ve imgelerden ayrı bir varlığa sahip değildir. Nörologlar Scriabin’in “tüm sanatların birliği” fikri ile bireysel veya evrensel olarak güzellik algısının altında yatan sinirsel süreçler hakkında geleceğe ışık tutacak bilgileri tartışmaya devam ediyorlar. “Tüm sanatların birliği” fikri Scriabin’in sezgisel deneyiminden mi doğdu? Yoksa Teosofi felsefesinin öğretilerinden mi kaynaklanıyordu? Nörolog O. Sacks’a göre Scriabin gerçek bir sinesteziden ziyade, bilinçli bir sembolizmi temsil ediyordu. Scriabin ve Mysterium eseri pek çok konuda akla pek çok soruyu getiriyor. Scriabin’in bir türlü çözülemeyen armoni anlayışı acaba zamanı mı temsil ediyor? İşlevi belirsiz 12 sütun Göbeklitepe gibi dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan tapınakların açtığı boyut kapılarını mı anlatıyor?
Teosofi öğretisinin de ima ettiği gibi, tarih tekerrür ediyorsa şayet ve zaman dünyada döngüsel olarak hareket ediyorsa eğer, geleceğin geçmişe uğrayacağı bir zamanda, Scriabin bize, sanatın ilk ortaya çıkış nedenine kavuşacağı, geleceğin “konser” anlayışını göstermiş olabilir mi?
Bir düşünün… Zamanın geliştirdiği ve zenginleştirdiği müzik, çok eskiden olduğu gibi, özü kavramak, öze ulaşmak ve yükselmek için herkesin katılımcı olacağı törensel bir ayine dönüşse, “konsere gitmek” kavramı anlayışımız acaba nasıl olurdu? Belki de zaten kırılgan bir zeminde yürüyen ve bir virüsle dağılan sahne sanatlarının algılama ve uygulama şekillerinin, “uygun görülen” kalıplardan çıkması ve daha önce bulunulan girişimlerin aksine bilinci alçaltmak yerine yükseltecek bir reform girişiminin vakti çoktan gelmiştir.
Ani Sazak Arsu